‘Soframdaki
yiyeceklerden emin olmak istiyorum’. Eğer
hepimiz kendi çiftliğimizde yaşıyor ve yediklerimizi kendimiz üretiyor
olsaydık, ne yediğimizden çok emin olurduk.
Fakat şehirlerde yaşıyoruz ve nüfus sayımlarından çıkan sonuca göre
sayımız giderek artıyor. Beslenmek için
başkaları tarafından yetiştirilen ve üretilen yiyeceklere muhtacız.
‘Soframdaki
yiyeceklerden emin olmak istiyorum’ niyeti satın aldığım yiyeceklerden emin
olamadığımı fark etmemle ortaya çıktı.
Satın aldığım yiyecekler nereden geliyor? Bu yiyecekleri kim yetiştiriyor? Yiyecekleri hangi şartlarda yetiştiriyorlar? Sebze ve meyveleri yetiştirdikleri toprak,
sulamada kullandıkları su temiz mi? Üretirken
kimyasal maddeler kullanıyorlar mı?
Kullandıkları tohumlar GDO’lu mu? Yumurtalarımın geldiği tavuklar hangi
şartlarda yaşıyor? Yediğim tavuk, dana, koyun veya balık ne ile
besleniyor? İçtiğim sütün içine neler
koyuyorlar? Soframa gelen ve bedenime
giren her yiyecek için bu ve benzeri sayısız soru 1990’lı yıllardan beri beni
huzursuz etmeye başlamıştı. Bir şehirli
olarak ‘emin olduğum’ yiyeceklere ulaşmanın son 30 yılda giderek ne kadar zorlaştığını
gördüm. ‘Emin olduğum’ yiyeceği ancak
‘emin olduğum’ üreticiden satın alabiliyordum.
Yiyecek para ile satın aldığım sıradan bir meta değildi. Sağlığım için üreticiyi tanımam ve güven
duymam gerekiyordu. Bu güven ilişkisini kurmak
üzere devlet organik sertifikasyon sistemini kurdu ve benim gibi tüketicilere ‘paketlerde
organik etiket arayın’ dedi. Yediğim
yiyecekten emin olmak istiyorsam, üreticiden emin olmalıyım. Üreticiden emin olmam için devlete ve
devletin kurduğu organik sertifika sistemine güvenmem gerekiyor. Organik Tarımın Esasları ve Uygulamasına
İlişkin Yönetmelik ile resmileştiği 2010 yılından bugüne kadar dört kez
değişiklik yapması devletin bile bu sisteme pek güvenmediğini gösteriyor.
Organik sertifika
sisteminin yeterliliği, etkinliği ve işlevselliği bir yana, etiket sistemiyle
yerleştirilmeye çalışılan ‘organik’ kimlikli yiyecekler daha da derin sorunlara
gebe. Örneğin, ben İstanbul’da bir
marketten Şili’de yetiştirilen ‘organik’ elma veya Hindistan’dan ithal edilen
‘organik pirinç’ satın alabilirim.
Etiket sistemine göre bunda bir sorun yok. Uluslararası organik ürün sertifika
şirketleri ile devletlere güvenmem yeterli.
Onlar soframa gelen ithal yiyeceklerden ‘emin’ olmamı
sağlayacaklar. Onlara neden güven
duyacağım bir sorun. Ayrıca bu
yiyecekler binlerce kilometre uzakta yetiştirildikten günlerce belki aylarca
sonra, soframa sağlıklı beslenmem için taşınırken kullanılan fosil yakıtlar Dünyanın
sağlığını bozuyor. Bu çok önemli ve çok
boyutlu sorun içinde bir çelişki de barındırıyor. ‘Organik’ ürünleri taşırken hava, su, toprak
kirlenirken ve açığa çıkan sera gazları iklimi değiştirirken, kısacası Dünyanın
sağlığı bozulurken ben ‘organik’ beslenerek sağlıklı kalabilir miyim? Bu noktada satın aldığımız yiyecekten ‘emin
olmak’ yeterli olmuyor, yiyeceğin en kısa mesafeden soframa gelmesi yani üreticinin
yerel olmasının gerekliliği ortaya çıkıyor.
Bu bağlamda üreticinin kullandığı girdileri de yerelden sağlaması önem kazanıyor.
Yiyeceği yiyen
ile üreten arasındaki güven ilişkisi zaman içinde gelişip, güçlenirken, uluslararası
sertifika sistemi ile, ikisinin arasına sayısız aracı sokulup, bu aracıların koyduğu
kurallar üzerine güven ilişkisi inşa edilmeye çalışılıyor. Aralarındaki mesafe arttıkça araya giren
aracıların sayısı artıyor. Kim bu aracılar?
Devletlerin farklı kurumları, ülke içi ve ülkeler arası taşıma
şirketleri, uluslararası sertifikasyon kuruluşları, uluslararası ticaret
şirketleri, pazarlama şirketleri ve diğerleri.
Aracıların sayısının artmasının yiyeceğin üretimi ve sofralara gelmesi
için verilen emek üzerine büyük etkisi oluyor. Aracılar yiyecek için verilen
emeğin yapısını ve emek hakkının dağılımını değiştiriyorlar. Çünkü yiyeceklerin içinde emek saklı. Yiyecek üretimi özünde, yeri geldiğinde
doğanın yardımıyla emek vererek yapılan bir dönüşümü gerçekleştirme işi. Bu tip emeği Marks ‘faydalı emek’ olarak
tanımlıyor. Üretici doğrudan ürettiğini
yiyecek olan kişilere sattığında, ürünlerinde sadece kendi emeği saklı
oluyor. Fakat aracıların artması ile
emek verenlerin sayısı artıyor. Verilen
emeklerin hepsi ‘faydalı emek’ midir sorusu doğuyor. Aracıların artması ile emek hakkını kim, nasıl
dağıtacak sorusu önem kazanıyor. Bu
noktada güç devreye giriyor. Üretilen ve
sofraya gelen yiyecekteki emeğin hakkını dağıtma gücüne kim sahip? Üretici mi? Sofrasında ‘emin olduğu’ yiyeceği
isteyenler mi? Yoksa devletler ve şirketler mi?
Helena
Norberg-Hodge, Merrifield ve Gorelick ile birlikte yazdığı ‘Besin Ekonomisini
Eve Getirmek’ kitabında çözümün yerel yiyecek ağları kurmak olduğunu söylüyor. Bu ağlar, yerel üreticiler ile sofralarında
‘emin olduğu’ yiyecekleri bulundurmak isteyenleri bu ağlar ile birbirine
doğrudan bağlıyor. Shumei Vakfı Japonya’da yerel yiyecek ağlarının başarılı bir
örneğini sunuyor. Vakfın çalışmalarını
anlattığım ‘Toprak=Çiftçi=Tüketici’ başlıklı yazıma http://surdurulebilir-yasam.blogspot.com.tr/2008/10/toprakiftitketici-2008.html adresinden ulaşılabilir. Bir diğer çözüm yiyeceği üreten ile besleneni
aracısız birbirine bağlayan, güven ilişkisi temelli çalışan kooperatifler
kurmak. Boğaziçi Mensupları Tüketim
Kooperatifi (http://www.bukoop.org) ise ülkemizden buna başarılı bir örnek. ‘Organik etiket’ ve sertifikasyon sistemi yerine
yerel yiyecek ağları ve yiyecek kooperatifleri ile emeğin hakkını veren,
Dünyanın sağlığını koruyan, sağlıklı toprak, sağlıklı su, sağlıklı çiftlik ile
sağlıklı besin sağlamak mümkün.

